Sunuş:
İran devrimci tarihine atılmış derin bir çiziktir Halkın Fedaileri. ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki jandarması; Afganistan, Pakistan ve Basra Körfezi'nde efendilerinin çıkarlarını savunmak için yırtınan terörist Şah rejimine karşı gerilla, 8 Şubat 1971'de attığı kurşunla sessizliği bozmuştur.
Bu başlangıçtan 1979 yılındaki devrime kadar Fedailer, yüzlerce militanını dağlarda, şehirlerde hücre evi baskınlarında, zindanlarda işkence ve ölüm oruçlarında, yargısız infazlarda yitirmiştir.
Fedailerin önde gelen kadrolarından Emir Perviz Puyan, bu devrimci kopuşu hem teoride hem de pratikte içselleştirmiş önder ve örnek bir militandır. Bir yoldaşıyla birlikte Şah'ın kasaplarınca etrafı sarıldığında, canlı ele geçmemek, esir düşmemek için kendini öldürecek kadar gözü karadır, inanmıştır ve kararlıdır.
1970 yılında kaleme almış olduğu bu metinde Puyan, esas olarak, mücadeleyi zahmetsiz bir şekilde sürdürme ve silahı erteleme gâyesinde olan oportünizmin teorisine saldırıyordu; bu teoriye verilen isim, ''hayatta kalma teorisi''ydi. Bu teorinin öne sürdüğü ''hayatta kalmak için saldırıya geçmeyelim'' anlayışı, yerini, ''hayatta kalabilmek için saldırıya geçelim'' anlayışına bırakıyordu.
Puyan yoldaşın işaret ettiği bir diğer nokta ise, o gün içinde, kitlelerin artık kendi güçlerinin kaynağını öğrenmiş ve ileriye doğru bir adım atmış olduklarıdır. Silahlı mücadelenin sadece teoride değil, bizzat pratik içinde ve pratik sayesinde geliştirilmesiyle gerçekleşmiştir bu.
Fakat bu metnin esas olarak önemi, Mazyar Behruz'un ifadeleriyle şurada yatmaktadır: “Doğru ya da yanlıştı, daha iyi ya da daha kötü de olabilirdi ama (bu makale üzerinden) komünist hareket saldırıya geçmiştir.”[1]
Artık tarihsel bir belge niteliği olmasının yanı sıra, Marksist-Leninistler için hâlen daha geçerli görüşler bulunabilecek bu makalenin bir başka ilgi çekici yanı ise, aradan geçen yıllara rağmen, özellikle de yeni-sömürgeciliğin pençesinde olan ülkemiz Türkiye'deki devrimci hareket için birçok cevher, deney ve örnek barındırıyor olmasıdır.
Tüm bunların bilincinde bu tarihsel belgeyi sizlere sunuyoruz.
Not: Makalede vurgulanmış yerler bize aittir.
Silahlı Mücadelenin Gerekliliği ve Hayatta Kalabilme Teorisinin Çürütülmesi*
Bu yazı, 1970 ilkbaharında yazıldı ve yazıldığından bu yana da herhangi bir tamamlama veya düzeltme olanağı bulunamadı. Biz bu yazıyı herhangi bir değişiklik yapmadan, ilerde yoldaşların yardımıyla düzeltilip geliştirilmesi için yayınlıyoruz. Kusursuz olduğu hiçbir şekilde söylenemez. Bence, geliştirilmesi zorunludur. Bu yazının yazılışından beri geçen üç ayda silahlı mücadelenin çeşitli yöntemlerini defalarca tartıştık ve tabi ki, tartışma ve deneylerimiz bize her defasında yeni görüşler kazandırdı. Bu nedenlerden dolayı yeni kazanılan görüşlerin bu yazıya eklenmesi ve bunlar yazının belli bölümlerinin bazı değişikliklere uğratılmasını gerektiriyorsa, bu değişikliklerin yapılması gerekir.
Direniş savaşçıları, özellikle Marksistler kesinlikle güvenceli koşullar altında yaşamamaktadırlar. Polis, olanca gücünü örgütleyerek gece gündüz illegal örgütleri ve üyelerini aramaktadır. Düşman,militan güçleri yok etmek için uygun taktikler ve yöntemler kullanmaktan bir saniye bile geri kalmamaktadır.
1953'te İran'da anti-emperyalist mücadelenin başarısızlığa uğramasından ve emperyalizmin ajanlarının faşist yönetiminin yeniden kurulmasında sonra ülkemiz öyle bir korku ve baskı idaresinin gölgesinde yaşıyor ki, polis, çok sayıda korkak, çıkarcı ve hain unsurdan yardım görüyor. Devrimci aydınların halka, hiçbir direkt ve sağlam ilişkilerinin olmadığı bu durumda, sudaki balık gibi, kitlelerin desteği ile yaşamıyoruz; aksine, timsah ve balıkçıl kuşları tarafından kuşatılmış, küçük ve birbirinden tecrit edilmiş balıklar gibiyiz. Demokratik hakların hiç olmaması, terör ve baskı, halkla olan ilişkileri son derece zorlaştırmaktadır. En dolaylı yolların kullanılması ve en etkisiz ilişki yöntemleri bile kolay değildir. Düşmanın tüm uğraşıları, şimdiki mevcut durumu sağlam kılmaya ve korumaya yöneliktir.
Halkla ilişkimiz olmadığı sürece bizi bulmak ve yok etmek kolay olacaktır. Öyleyse sağ kalabilmek, kendimizi geliştirmek ve proletaryanın örgütünü kurabilmek için zayıflıklarımızı yenmeli, halk kitleleriyle dolaysız ve sağlam ilişkiler kurmalıyız.
Düşmanın bizi halktan uzak tutmak için kullandığı yöntemleri iyi inceleyelim. Düşman, bütün sanayi ve tarım merkezlerini denetimi altına almıştır ve askeri veya askeri olmayan mekanizmaları aracılığıyla şehirle kır arasındaki her tür ilişkileri kontrol etmektedir. Ülkenin belli bölgelerinde köylüler, köylere girip çıkan ve hükümetin göndermediği kişileri ilgili makamlara bildirmek zorundadırlar. Gizli polisin, yani SAVAK'ın alt şubeleri, küçük ve de büyük fabrikalarda her an pusudadırlar. Her işçinin veya memurun işe alınması, onun geçmişinin ve kişisel ilişkilerinin kontrolünden sonra olmaktadır. İşe alındıktan sonra da, mevcut olanaklar çerçevesinde SAVAK ajanlarının tam kontrolü söz konusudur. Bu yüzden, savaşçıların fabrikalara girmesi zordur. Fakat daha da zor olanı, bu fabrikalarda bilinçlendirme ve örgütsel çalışma yapmaktır. Mevcut terör ve baskı, daha az öneli ve işçiler ile küçük burjuva unsurların toplanma merkezleri olan kahvelerin bile propaganda aracı olarak kullanılmasını olanaksız kılmaktadır. Şehirlerde işçi tabakaları arasına girmek kısaca, örgütsel değeri hiç olmayan tesadüfi tanışmalarla sınırlıdır.
Bir işçiyi eğiten, onu devrimci ve disiplinli bir eleman hâline getiren süreç çok karmaşık, zor ve uzun vadelidir. Tecrübelerimiz gösteriyor ki işçiler, hatta genç olanları, yaşadıkları koşullara karşı bütün memnuniyetsizliklerine rağmen, politik eğitime yeteri kadar ilgi göstermiyorlar. Bu durumun nedenlerini ortaya koyabiliriz. Hissedilebilir herhangi bir politik akımın ve politik bilincin olmaması, işçilerin belli bir dereceye kadar hakim sınıf ideolojisi altına girmelerini sağlamıştır. Bilhassa genç işçiler boş zamanlarını ve biriktirdikleri az parayı ucuz ve adi küçük burjuva eğlencelere harcamaktadırlar. Büyük bir kesimi de ''lümpen niteliği'' benimsemiştir. İş sırasında eğer sohbet için azıcık zamanları olursa, onu da adi dedikodularla iş zamanını kısaltmak için geçirmektedirler. Okuma bilen işçiler ise, normal olarak mevcut gerici edebiyatın en dar içerikli ve kirli yazılarının en iyi müşterileridir. Düşmanımız, kitle içindeki her hareketi politik baskı yaparak yok etmeye ve kalitesiz eğlenceyi yaygınlaştırıp, işçilerimizi küçük burjuva alışkanlıklara uydurarak politik bilincin panzehrini yaymaya uğraşmaktadır.
Polis, baskı ve terör yöntemini fabrikada, her yerdekinden daha fazla uygulamaktadır. İşçileri sürekli korku ve çekingenlik içinde tutmak için her türlü metod kullanılmaktadır. Özellikle büyük fabrikalar, üreten askerlerin işe zorlandığı birer kışla hâline getirilmiştir. İşçilerin mümkün olduğu kadar az boş vakit geçirmelerini sağlamak ve birbirleriyle ilişki kurma olanaklarını en az dereceye indirmek için onlara zorla askeri bir disiplin kabul ettirilmektedir. Grev veya barışçıl bir gösteri için en küçük bir eğilim, en vahşi tepkiyle karşılanmaktadır. Hapis, sürekli sorgu, işten atma ve ara sıra işkence gibi baskı tedbirlerinden her biri, işçinin ilerideki yaşam koşulları üzerinde sürekli olumsuz etki bırakır. İşçinin, ileride başka bir fabrikada çalışabilmesi böylece tehlikeye girer. Ve çok kez olduğu gibi işçi, işsizlerin dev yedek ordusu içinden başka biriyle yer değiştirir. İstenmeyen bir geçmişi olmayan, çok sayıda zorlukla mücadele etmiş ve çok sayıda hâmisi ve arabulucusu olan, bazen işgücünü satabilmek için kayda değer bir para ödemek zorunda kalan bir işçi bile işe alındıktan sonra en ufak bir ''destekleme'' faaliyetinde kendisinin işten atılması sonucunu görecektir. Böylece işçi, kendi isteklerine karşı olsa bile, iyi davranışlı bir safdil olmayı ve politik sorunlara karşı kayıtsız kalmayı tercih eder.
Böylece fabrikalarda ve ister resmi, ister özel olsun, işgücünün satıldığı her yerde sömürü en utanmaz bir şekilde devam etmektedir. İşçiler her türlü sosyal güvenlikten yoksundurlar ve işgüçleri, üretim belli bir miktara gelene kadar, satın alınacaktır. Onlar, 18. yüzyılın ''imtiyazları''nın yalnız bir tekinden istifade edebiliyorlar: polis egemenliğinden. Biz onların bu ezilmişliğini sözle anlatırken, onlar bunu et ve kemiklerinde duymaktadırlar. Biz onların bu ızdıraplarını anlatırken onlar bunu her gün yaşıyorlar ve büyük bir sabırla katlanıyorlar. Âdi ve küçük burjuva eğlencelere kaçıp dertlerini çekilebilir hâle getirmeye çalışıyorlar.
Neden?
Bunun çeşitli nedenleri burada tek bir cümlede özetlenebilir: Düşmanın gücü ve onun egemenliğinden kurtulma beceriksizliği kesin veriler olarak kabul edilmektedir. Kendi zayıflıklarını ve düşmanın gücünü sınırsız olarak kabul eden bir düşünceye sahip olanlar, kurtuluşu nasıl düşünebilirler. Böyle bir değerlendirme vurdumduymazcılığa ve hatta bazı politik sorunlar karşısında alaycı davranışlara götürür ki bu, kendi zayıflıklarının ve iktidarsızlıklarının olumsuz bir tepkisinden başka bir şey değildir.
Proletaryayı politik mücadele içine çekmeyi amaçlayan ilişkiler, ancak işçilerin bilincine yerleşmiş bu iki ''kesin'' görüşün yok edilmesiyle kurulabilir. Bundan zorunlu olarak, proletarya ile bağ kurmanın, onun politik bilincinin gelişiminin ve örgütlenmesinin demokratik yoldan imkansız olduğu şimdiki koşullar altında, proleter aydınların halk kitleleriyle bağ kurmalarının, yalnız devrimci şiddetle olacağı ortaya çıkar. Devrimci şiddetin uygulanışı önce, derinleştirildiğinde zorunlu olarak örgütsel bağa, manevi bir dayanışma yaratır. Bu noktada, bu manevi bağların nasıl oluştuklarını ve zamanla nasıl örgütlü hâline geldiklerini anlatmamız gerekir.
Önceki bölümlerde, düşmanın bizi proletaryadan ve proletaryayı bizden uzak tutmak için kullandığı belli başlı yöntemler kısaca anlatıldı. Bunları daha kısa özetleyelim. Biz bu ayrılığın nedenlerinin bir taraftan, işçilerin ve halk tabakalarının, polisin ve faşist idarenin yarattığı korku ve baskı altında yaşamalarında aramamız gerektiği görüşündeyiz. Öte yandan da halk tabakaları, kendilerine karşı-devrimi bütün yollardan telkin etmeye çalışan bir ideolojinin hakimiyetini kabullenmektedirler. Sözü geçen bu iki faktör arasında direkt bir bağlantının olduğu şüphesiz açıktır. Proletarya bu ideolojinin hakimiyetini kabul etmektedir, çünkü ona karşı direniş için gerekli maddi koşullar elinden alınmıştır. Bu ideolojinin reddi, ancak proletaryanın burjuva üretim ilişkilerini devirmeye başlamasıyla mümkündür. Gerçekten proletaryanın sınıf bilinci, gelişme ve açıklık kazanma imkanını ancak politik mücadele esnasında elde edebilir. Proletarya, düşmanın devrilmesi için gerekli somut şiddeti elinde görmediği müddetçe, bu hakim ideolojiyi reddetmek için hiçbir zahmete sebatla girmez.
Proletarya, ekonomik ilişkilerin değiştirilmesi amacıyla üst yapının belirli bölümlerini hizmetine alır; kendi manevi ve kültürel dünya görüş tarzını, yükselen, yeni ve eskisinden tamamen ayrı bir düzen olarak tanır ve geliştirir. İşçilerin bilincinde kendi mutlak güçsüzlükleri olarak yansıyan düşmanın sürekli hakimiyeti, işçileri dolaylı olarak düşmanın ideolojisini kabul etmeye götürür. Bundan dolayı düşmanın üstünlüğünü gösteren terör ve baskı, düşmanın ideolojisini proletaryaya kabul ettiren etkenlerdir. Burada etken olarak ortaya çıkan şey, hiç durmadan tekrar nedene dönüşür ve proletaryanın devrimci bir mücadeleden sakınmasına neden olan yeni engeller yaratır. Proletaryayı hakim ideolojiden kurtarmak, düşüncesini ve hareketini küçük burjuva zehirden temizlemek, kendi öz sınıfının dünya görüşüne karşı yabancılığını ortadan kaldırmak ve bunların yerine onu kurtuluş mücadelesinin ideolojik silahıyla donatmak için, onun düşmana karşı olan güçsüzlük zannını yok etmek zorundayız.
Devrimci şiddet, bu davanın hizmetindedir. Politik propagandayla geniş bir alanda el ele giden silahlı mücadelenin propagandacı tabiatı bir tarafa, uygulanışı, işçilerin dikkatini kendilerinin hizmetinde onları bekleyen bir güç kaynağına yani kendilerinin bir güç olduğuna çeker. İşçiler ilk önce düşmanın yenilebilir olduğunu tespit ederler. Ve yeni uygulanan her esinti, düşmanın egemenlik hakkını silip süpürür. Bu ''mutlakiyet'', pratikte bir kere tehlikeye düştü mü ve halkın kafasında şüphe uyandırdı mı, artık proletaryanın bilincinde de varlığını sürdüremez. Bu andan itibaren proletarya, kendisinin kurtuluşunu müjdeleyen gücü görür. Evvelce öncüye karşı olan yabancılık, gittikçe dayanışmaya dönüşür. Gerçi öncü hâlâ ondan ayrıdır, fakat ona yabancı değildir. Proletarya ilgisini öncüye çevirir, fakat bunu, o küçük grupların dişlerine kadar silahlı düşmanla kendisi için dövüştüğünü gördüğü için değil, aksine kendi geleceği ile o küçük gruplar tarafından yürütülen bu mücadelenin geleceği arasındaki dolaysız ilişkinin farkına vardığı için yapar. Proleter öncü tarafından uygulanan devrimci şiddet, işçi sınıfı iktidarının bir bölümünün ifadesidir. Fakat bu sert esinti, mevcut düzeni yıkabilmek için yok edici bir fırtınaya dönüşmek zorundadır.
O halde geçerli olan, proletaryanın bir bölümünün iktidarını, bütün sınıfın iktidarıyla tamamlamaktadır. Devrimci şiddetin şöyle bir uygulaması iki görevi içerir: Bir taraftan proletaryaya sınıf bilincini verir, diğer taraftan, işçilerin geleceklerini garanti altına almak için patlayan mücadeleye aktif olarak katılmalarını ve böylece bu mücadelenin zaferini garantilemelerini sağlar. Bu yol, işçilerin devrimci mücadele ile pasif dayanışmalarıyla başlar ve mücadeleyi gittikçe artan aktif destekleme sürecine dönüşür.**
Bundan sonra herkesin ilgi ile öncüden söz etmesi ve her işçinin ona başarı dilemesi yetmez. Aksine, bu ilginin mücadele bilincine ve bu dileğin mücadelede aktif bir rol almaya dönüşmesi zorunludur. Devrimci şiddetin uygulanması, gelişme sürecinde böyle bir dönüm noktasına vardığında, düşmanın silahları etkilerini kaybedecek ve paslanacaktır. Ne korku, baskı ve terör işçilerin devrimci şiddetin kaynağı olan öncüye adım adım katılmalarını önleyebilir, ne de yukarıda açıklanan ideolojinin işçilerin devrimci mücadeleyi reddetmelerine neden olan eski etkileri kalacaktır. Sihir bozulacak ve düşman, yenilmiş bir cadı gibi ortaya çıkacaktır. Düşmanın mağlubiyeti, bizim proletarya ile direkt ve sürekli bağ kurabilme başarımızı simgeler. Bu bağın örgütlü bağ hâline dönüşümü artık bizzat proletaryanın yukarıda izah edilen çekingenliği ile de engellenmez.
Marksist-Leninist örgütlerin proleter öncülerinin birliği bundan başka bir yol izleyemez. Devrimci şiddetin uygulanması, polis yönetiminin daha da saldırganlaşmasına yol açacak fakat bu asla daha güçlü olmayacaktır. Düşman bugün bütün güçlerini örgütlediği için, baskı ve egemenliği bugünkü ölçüsünden daha fazla olamaz. Devrimci şiddetin devam ettirilmesi onun teşhiri içindir. Düşman maskesini indirir ve güçlü bir devrimci hareketin olmadığı anlarda örtülü tutabildiği hayvani özünü halka gösterir. Böylesi şartlar altında, başlarında Marksist-Leninistler bulunan devrimci güçlerin düşmanın darbelerine karşı koymak ve hayatta kalabilmek için iş birliği yapmaları doğaldır. Bu durumda devrimciler ya düşmana katılmaya, yani kısaca düşmana yardım anlamına gelen oportünistçe davranmaya, ya da aralarında birliğe gitmeye mecburdurlar. Çünkü tecrit olmak, kendi kendini yok etmekten başka bir anlam taşımaz. Fakat işbirliği yapmak ve birbirine yaklaşmak birlik kurmak anlamına gelmez.
Proletaryanın politik örgütünün birliğini ortaya çıkaracak Marksist-Leninist kadroların örgütlü birliği ancak ve ancak devrimci şiddetin uygulanışının zaman içinde en yüksek noktasına vardığı şartlar altında ortaya çıkabilir. Düşmana vurulan her darbeyle onun devrimci kitlelerin bilincindeki mutlak hakimiyeti parçalanır ve kitleler aktif mücadele doğrultusunda bir adım daha atmış olurlar.
Bu andan itibaren düşman, yaşayabilmek için devrimci düşmanlarını daha gaddarca bir baskı altına alacak ve bununla her adımda kendi karakterini daha açık göstermiş olacaktır. Devrimciler üzerine uygulanan karşı-devrimci şiddetin artan baskısı ile bütün diğer ezilen tabaka ve sınıflar çaresiz daha ağır bir baskıya uğrayacaktır. Böylece hakim iktidar, kendisiyle ezilen sınıflar arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiş olacak ve içine zorunlu olarak gireceği böyle bir atmosferin oluşmasına, kitlelerin politik bilincin birdenbire ileriye doğru sıçrama yapmasına neden olacaktır. O, yaralanmış bir yabani hayvan gibi etrafına hedefsiz saldıracaktır. Kendi müttefikleri, yani kendi iktidarının temelini oluşturanlar haricinde herkese karşı şüpheci olacaktır. Memnuniyetsizliğin her ifadesi ve her dostane olmayan söz, onda vahşi bir tepki yaratır. Kişileri hapse tıkar, işkence eder, öldürür ve bütün bunları eski asayiş ve düzeni bir daha geri getirmek umuduyla yapar. Fakat kullandığı bütün metodlar, zorunlu olarak ona karşı dönüşürler. Kitlenin mücadeleye katılmasını önlemek ister fakat onları gittikçe daha fazla mücadeleye doğru iter. Bununla, mücadeleyi halka zorla kabul ettirir.
Egemenliğini uygulamakta gititkçe daha fazla zorluk çeken düşman, gittikçe daha sert davranır ve hakimiyetini halk için daha dayanılmaz hâle getirir. Kitleler mücadeleye katılarak mücadele güçlerini öncünün hizmetine sokarlar ve kendi aktif katılımlarıyla devrimci mücadelenin stratejisinin hayata geçirilmesini kolaylaştırırlar. Ezilen sınıfların somut mücadelesinden kazanılan bu strateji, şüphesiz bütün sınıf ve tabakalar arasında en dirençli ve devrimci sınıf olan proletaryanın liderliğinde, yani bütün Marksist-Leninist unsurların örgütlü birliğinin liderliği altında uygulanabilir. Proletaryanın politik örgütü, proleter unsurların mücadelesi için ön koşuldur. Proletaryanın öncüsü, kendi sınıfının besleyici toprağı üstünde yetişir ve proleter kitleler kendi politik örgütlerinin desteğiyle bütün sınıfın güçlerinin gerçek örgütlenme temelini oluştururlar. Proletaryanın partisi böyle ortaya çıkar.
Proletarya partisinin kuruluşunda her stratejinin doğruluğu, Marksist-Leninist grup ve örgütlerin korunması ve gelişmesi için seçilen yöntem ve yolların niteliğiyle ölçülür. Hayattta kalma stratejisi, kendini geliştirme becerisiyle birleşmezse, kendini geliştiren bir bütünün sıralanışına giremez. Bundan dolayı, böyle grupların varlığını emniyet altına almaya yönelik, kendi gelişme karakterini koruyamayan her strateji, oportünist ve savaştan kaçan bir stratejidir. Biz böyle bir teorinin, eninde sonunda kendini yok etme teorisi olduğunu da göstermeliyiz. Bundan başka, ''hayatta kalabilmek için saldırmama'' tezinin gerçekte ''polise, bizi, hiç engele rastlamadan ortadan kaldırma iznini verin'' demek anlamına geldiğini ispat etmeliyiz.
Eğer savaştan kaçma yok olmayla eş anlamlıyla, bizim hayatta kalma zorunluluğumuz sorusu da gereksizdir. Bütün bunlara rağmen bu sorunun ortaya atılması, bizim hayatta kalma teorisinin gerçek oportünist karakterini tanımamıza yardım eder. Bu tezdeki 'saldırmama'', devrimci güçlerin genişletilmesi için her türlü yapıcı uğraşı reddetmekle aynı anlamdadır. Bu görüş, mücadeleyi düşmanın kontrol edemediği en dar imkanlar çerçevesine sığdırmaya, yani miktarı göze batmayan ve sayıları iki elin parmaklarını aşmayan birkaç elemanın basit bir araya gelişi hâline indirgemeye götürür. Sonra bu kişiler örgütlerini gizli tutarak, tarihle ve Marksist metinlerle uğraşacaklardır.
Bu kişilerin faaliyet alanı en iyi ve genişletilmiş şekliyle, ezilen sınıflardan kişilerle birbirinden kopuk ilişkilerle sınırlıdır. Böylesi faaliyetlerde her örgütlü kişi, her zamanki günlük yaşantısını sürdürür ve bu hayat şeklini değiştirmek için her uğraş ona anlamsız görünür. Böyle bir araya gelişlerin, aktif devrimci bir grubun da amacı olan hedefleri gerçekleştirme temeli üzerine kuruldukları şüphesizdir; yani komünist partinin kuruluşu ve devrimci bir teorinin yaratılması için yolu düzlemek. Fakat böylesi pasif ve ürkek tavırlarına rağmen, düşmana karşı kendi varlığını garantilemeye uğraşan böyle örgütlenmiş bir grup, partinin kuruluş süreci ve devrimci teorinin yaratılması konularında zorunlu olarak mekanik bir kavrayışa sahip olur. İşçi sınıfı partisinin ''uygun bir anda'', düşmanın darbesinden zarar görmeyen bütün Marksist grupların birleşmesiyle ortaya çıkacağını söyleyen bu kişilere göre devrimci teori, bu grupların Marksizm-Leninizm üzerine, başka halkların devrimci deneyleri ve kendi ülkelerinin tarihi üzerine yapılan incelemelerinden oluşacaktır. Ve tek tük kesintili ilişkiler de herhalde bu teorinin pratik bölümünü tamamlayacaktır.
Bu teoriye göre tarihin zorunlu sürekliliği, bizim tespit edemediğimiz bir dizi faktörün ortaklaşa etkisiyle paratinin kuruluşunu gerçekleştirir. Ayrıca, bir araya gelen proletaryanın öncüsü, ''uygun şartlar'' altında kitlere mücadeleyi kabul ettirir. ''Uygun an'' veya ''uygun şartlar'' kavramları, herhangi bir şey izah etmek için kullanılmayan bu teorinin zayıflığını örtmeye ve teorinin soyut analizleri ile eksik halka arasındaki boşluğu kapatmaya yarayan metafizik kavramlardır. Fakat eğer bağlantı halkası metafizik ise, bu bağ hiçbir zaman gerçek ve organik bir bağ olmayacaktır. Objektif gerçeklerin ortaya atmadığı bir teorinin, objektif gerçekle bağ kuramayacağı açıktır.
Objektifliğini ve doğruluğunu ispat için kendini büsbütün eldeki imkanlarla sınırlamaya uğraşan bir teori, eninde sonunda sübjektivizmin kucağına düşecektir. Elinde geleceğe ulaşmanın aracı olmadan geleceği düşünen kimse, metafizik bir biçimde ''uygun an''ları umutla beklemeye ve bu bekleyişten yalnız diyalektik olmayan bir düşüncede yerini alabilecek bir bağlantı kurmaya mecburdur. Kendisini, matematiksel incelik hissini yaratmak için bir formül olarak göstermeye çalışan teori, devrim diyalektiğinden gittikçe daha fazla uzaklaşır: Öğrenme + kendini geliştirmek için hiçbir devrimci eyleme girmeksizin asgari örgütlenme + uygun an = Proleter Parti. Proleter Parti + uygun koşullar = Devrim
Şüphesiz bu formül, proletaryanın ve devrimci kitlelerin örgütlenmesine karşılaştığımız sorunların doğru çözümü olamaz; çünkü ''uygun an'' ve ''uygun şartlar'', devrimci unsurlar mücadelenin her anında her tarihi zorunluluğa doğru cevabı vermedikleri müddetçe kendi kendilerine ortaya çıkmayacaklardır. O halde bu formül kime hizmet ediyor? Bu formül, düşman önündeki korkusunu, düşmanın egemenliğinin yıkılmasının olanaksızlığı ile haklı çıkarmaya çalışan oportünizme hizmet eder. Bu teori devrimci görevlerini, polisle hiçbir çatışmanın olmayacağı alanlarla sınırlar ve bununla mücadelenin gelişimini, tarihin metafik ve mistik bir zaruri sürekliliğine terk eder.
Böylece biz, proletarya partisinin örgütlenmesini hedef alan, fakat öylesine oportünist politikaya sahip bir teoriyle karşı karşıyayız ki, bu teori, varoluşunun her anında temel hedefini terk ederek kendisini eskisinden daha fazla hayatta kalmaya adayacaktır. Proleter hedeflerin hizmetinde olmak isteyen bu teori, kendini ayakta tutabilmek için bu hedefi feda eder. Böylesi bir ''hayatta kalabilmek için saldırmama'' görüşü, pratikte ''hayatta kalabilmek amacıyla, proleter partinin kuruluşu için devrimci uğraşları terk edelim'' şeklinde son bulur.
İlk büyük bildirgesini proleter partinin kuruluş sürecinde bulan devrimci mücadelenin diyalektiği, bu hayatta kalabilme arzusunu olumlu cevaplandırmayacaktır. Bunun aksine ona ani bir ölüm kararıyla en acıklı cevabı verecektir. Bu noktada savaştan kaçmanın yok oluş olduğunu da kavrıyoruz. Hayatta kalmayı hedef alan oportünist bir tavırla bu hedefin her türlü gelişme imkanını yok eden bir stratejinin üzerine tartışmak anlamsızdır. Ancak bu stratejinin o çok arzuladığı şeyi pratikle reddetiğini tespit etmek gereklidir. O, eninde sonunda bir çıkmaz sokağa girecektir. Bu çıkmaz sokağın sadece iki çıkışı vardır: ya düşmana karşı aktif bir devrimci pozisyon alıp kendini kurtarmak, ya da ihanet edip bu şekilde hayatta kalabilmek için polisin sempatisini aramak.
Düşman, devrimcilere karşı davranışında kendine özgü ölçütlere sahiptir. O, ''benimle barış yap, benim öldürücü darbelerimden kurtulmak için benim hakimiyetimi kabul et'' diyor. Düşmanın böylesi bir isteğini reddeden her devrimci grup, eylemlerin derecesi ne olursa olsun, eğer düşmana kendi gelişmesini kabul ettiremiyorsa, onun öldürücü darbesini beklemelidir. Düşmana en büyük sevinci kendi iyi niyetliliğimizin kurbanı olduğumuz zaman hazırları. Düşman barikatlar arkasındaki herkese ateş etmektedir; o halde ya düşmana karşı ateş açmalı, ya da barikatları terk edip beyaz bayrağı çekmeli. Barikatlar arkasında durup da düşmana ateş etmemekten daha kesin bir intihar şekli yoktur.
Fakat ''hayatta kalabilme'' teorisinin bütün direklerinin yıkılmamış olduğu görülür. Çünkü bu teori doğruluğunu, ''saldırmama'' prensibinin yardımıyla ''gizli'' kalma prensibinden çıkartmaktadır. Onlar kendilerini, yalnız herhangi bir saldırıdan kaçınmakla değil, aksine hareketlerimizi düşmandan gizli tutmakla düşmanın darbelerinden kurtuluruz şeklinde savunmaktadırlar.
Gizli tutma başarısının ne garantisi olduğu sorulabilir. Bize verilecek cevap belki de doğrusu olacaktır; yani çalışmalara katılmaya çağrılacak kişilerin eksiksiz bilgileri ve örgütlü davranmaları için sürekli eğitim. İllegal bir hücrenin sürekliliği için zorunlu olan bu şart çürütülemez, fakat çürütülebilecek şey, bu şartın yeterli olmasıdır. Bu koşulun yeterli olmadığını anlamak için, tarihi deneylere bakmaya bile gerek yoktur. Bizim şimdiki koşullarımıza bir bakış dahi yeterlidir. Kısa tecrübemiz bize, her yoldaşın örgütsel zorunluluğa abartılan bir şekilde bağımlılığının yanlış olduğunu göstermektedir. Gerçekte, bizim hiç birimiz ne kadar dikkatli olursak olalım, bu alanda hatasız olamayız.
Hatasızlığımızı yüzde yüz garanti edebilecek şey ancak kesin olarak pratiksizliktir. Biz, eylem içinde olduğumuz zaman, Marksizm-Leninizmi öğrenir ve kavrarız: böylece diğerleriyle bir çeşit ilişkiye de -ne kadar sınırlı olursa olsun- girebiliriz. İşte hata yapmanın olasılığı buradadır. Yalnız bizim hatalarımız tehlike yaratmaz, aksine başkalarının hataları yeni tehlikeler oluşturmaktadır. Eylem anında, pratikte kendilerinin ve başkalarının emniyetine çok az saygıları olan kişi ve çevrelere rastlıyoruz. Başlangıçta ne onları tanıyacak, ne de eğitecek imkanımız var. Bu iddianın denenmiş örneklerle ispatına lüzum görmüyorum, çünkü her yoldaşın durumla ilgili çok olaya tanık olduğunu biliyorum. Genelde, tehlikenin tek tek her kişiden gelebileceğini söylemek zorundayız. Tek tek kişilere ve deneylerine, bunların eğitimi ne kadar başarılı olursa olsun, tam güven, tehlikenin önüne geçemez. Fakat sorun, tehlikenin bir kişiyle sınırlı olmamasıdır. Tehlike orada başlar ve sonunda bütün örgütü tehdit eder. Örgütü bu tehlikelerden nasıl koruyacağımız bir bütün olarak önlenemez olan tek tek hatalardan nasıl sakınacağımız üzerine düşünmemiz lazımdır.
Gerekli fakat kesinlikle yetersiz olan gizlilik prensibinin dinamik hayatta kalma şartlarını bir bütün olarak yaratmak için neyle tamamlanması gerektiğini ortaya koymamız gerekir. Gizli tutma, bir savunma yöntemidir. Fakat bu, savunmanın pasif bir metodudur ve ateş gücüyle desteklenmediği müddetçe de böyle pasif kalacaktır. Eğer biz, devrimci şiddet uygulaması olmadan gizliliğin pasif ve emniyetsiz bir savunma taktiği olduğunu belirtip, gizliliğin devrimci şiddetle el ele gitmesi sonucuna varırsak, hayatta kalma teorisini en yüksek hedef olarak kabul edemeyiz; yani saldırmama prensibini reddetmemiz gerekir. Bundan, ''hayatta kalabilmek için saldırmama'' teorisinin yerini ''yaşayabilmek için saldırmak'' teorisinin alması gerektiği ortaya çıkar.
*İran'da Silahlı Propaganda, Yar Yayınları. s.48-64
**''Devrimci şiddet''in uygulanışı sayesinde, o canlı ve hissedilebilir bir gerçek hâline dönüştüğü zaman, kitleler, özellikle genç işçiler, aydınlar ve öğrenciler, ilginç girişimlerde bulunurlar. Biz bu girişimlerin somut örneklerini önceden tespit edemeyiz. Fakat kitlelerde devrimci şiddet şartlarında ortaya çıkacak zihniyetlerin tahlillerini yapmakla, onun temel ilkelerini önceden görebiliriz. Halk, en basit eylemlerle memnuniyetsizliğini göstermeye ve devrimci şiddete destek olmaya başlar. Duvarlar mevcut duruma karşı sert sloganlarla doldurulur. Alanlarda, işletmelerde ve düşmana -bürokrat ve komprador burjuvaziye ve genel olarak zenginlere ait her şeye karşı yapılan küçük tahribatlar, eylemlerin genişletilmesini sağlar Bu tahribatın sürmesi, düşmanın kaybetmekten çok korktuğu şeyleri tehlikeye düşürür. Genç işçiler, arkalarında hiçbir iz bırakmadan, üretimde ustaca düzensizlik yaratırlar. Makineler durdurulur, işe bilinçli olarak önem verilmez veya aletler çalınır. Bunlar, kitlenin mücadeleye katılma ve devrimci şiddeti destekleme eğilimini gösterir. Bundan başka, her eylem onları daha büyük bir eylem koymaya hazırlayan bir deney olur. Gerçekte, kitle bu şekilde kendi devrimci kapasitesini ve tecrübelerini arttırır ve kendi gerçek rolünü üstlenmeye doğru bir adım daha atar. [-YN]
[1]: https://istiraki.blogspot.com/2014/02/halkn-fedaileri-ve-devrim.html
Ek: George Habaş'ın bu makale için yazdığı önsöz - https://istiraki.blogspot.com/2018/05/amir-perviz-puyan.html
Yorumlar
Yorum Gönder