Halk ve Millet Aynı Şeyler Değildirler


"Vatan için duyulan sevgi,
Toprak ana için duyulan ya da çiğnediğimiz çimenlere
karşı beslenilen gülünç sevgi değil
Onu ezenlere karşı beslenilen yenilmez nefret
Ona saldırana karşı beslenilen ebedi hınçtır"


- José Martí

* * *

Yazıya başlamadan önce şu tanımlamayı eklemek okuyucu için söylediklerimizin daha kolay idrak edilmesine ve kalıcı şekilde ikisi arasındaki ayrımı yapabilmesine neden olacaktır:

"Halk ve millet aynı şeyler değildirler. Halk kavramı, bugün genel olarak işçi sınıfını, yoksul ve orta halli köylüleri, yarı-proleterleri ve şehir küçük-burjuvazisini kapsar. Geri ülkelerde, halk sınıfların bir de emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizmine karşı,demokratik halk devrimi safında yer alan milli burjuvazinin devrimci kanadı girer. Oysa millet, hakim sınıflar da dahil, bütün sınıf ve tabakaları içine alır. "Millet [veya ulus]; dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin ve ortak kültür biçiminde beliren ruhi Şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluktur" (Stalin). Aynı dili konuşan, aynı toprak üzerinde oturan, iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde olan bütün sınıf ve tabakalar, milletin kapsamına dahildirler. Bunların içinde devrimden menfaati olan, devrim safında yer alan sınıf ve tabakalar olduğu gibi, devrime düşman olan ve devrimle karşı-devrim arasında bocalayan sınıf ve tabakalar da vardır."[1]

Millet, bu tanımlamaya göre kapsayıcı bir kavramdır ve egemen sınıfların ezilen sınıfları sömürdüğü bir düzlemde ancak bu tanımlamayla varlığını sürdürebilir. Yani millet ancak kapitalist-sınıflı toplumda varlığını sürdürebilir ve daha ilerisinde milletler olmayacaktır. Çünkü daha en baştan millet tanımı, egemen sınıfın ezilen sınıfı sömürmesine, egemen sınıfın uluslararası pazarda kendi kimliğini koruma güdüsüne dayanır. Bu tutum bir grup insan için kârlı, yığınları yönetmek için elverişli, en önemlisi düşman sınıfla yani proletarya ile mücadele söz konusu olduğunda oldukça kullanışlı  bir silah da olabilmektedir.


Millet  elbette  egemen sınıfların tarih sürecinde yani köleci toplumdan, feodalizme, feodalizmden kapitalist aşamaya kadar ekonomik gelişim ve çıkarlarının bir sonucunda ortaya çıkmıştır ve tamamen millet tanımının şekillendiricisi egemen burjuvazi olmuş, onun kurguladığı kimlikler bir toprak parçası üzerindeki tüm sınıfları belli bir idealizme göre bütünleştirip kurgulamıştır. Dünyanın neresinde olursa olsun feodalizmden kapitalizme geçişte burjuvazi devrimci bir baruta sahiptir ve tarihi, maddi üretim ilişkileri üzerinden aynen proletaryanın yapacağı gibi ilerletmiştir.

Okuyucunun daha iyi anlaması için belirtmek gerekiyor ki marksistler ileri ve geri dendiğinde, Marx'ın bir bilim olarak ortaya koyduğu tarihsel maddeciliği düşünürler. İleri ve gerinin her şart altında, her koşulda diyalektik materyalizmin ışığında ele alırlar her şart ve koşulun birbirinden farklı olduğunu unutmazlar. Böylece mekanik bir ileri geri olmadığını, ilerinin zaman içinde geriye düşebileceğini hatta ileri denenin kendisine ileri denen koşulda ondan daha ileride olan başka unsurlara karşı geriye düşebileceğini hep bu felsefi metod yoluyla ele alırlar. İlerinin marksist tutum karşısında aydınlanmacı, burjuva laik düzendeki bir anlayışa indirgenmeyeceğini belirtmemiz gerekmekte.

Tarih, sınıfların mücadelesidir ve her sınıf bu tarih içinde kendi perspektifine sahiptir. Burjuvazi bunun farkındadır ve kendi resmi tarih yazımının, dünü ve bugünü şekillendiren basının, hatta milletleri millet yapan din kavrayışının yöneticisi ve yönlendiricisidir. Burjuva Egemen Düşünce bugün ve dünün her yerinde mevcuttur, ezilene verdiği her tanım, her duyuru, her eğitim onu bir millet ya da ümmet olarak tutabilmek, tarih içinde ilerici bir rol alarak halklaşmasını engellemek üzerine kuruludur. Burjuvazi artık bu noktada kurguları ile tarihin ilerlemesine karşıt bir sınıftır ve kitlelerin gericileşmesi, yozlaşması, halklaşma sürecini sekteye uğratacak her türden çürüme artık onun çıkarınadır.

Bizim ülkemizde Türk milliyetçiliği yaygın düşüncenin aksine bu topraklarda doğmamıştır. Kırım'ın işgal edildiği, Kafkasya'nın düştüğü, tüm Türkistan Devletlerinin Rus Çarlığı tarafından gaddarca istila edildiği bir koşulda doğmuştur. Bu noktada gerçekten de Türk milliyetçiliği ilericidir. İsmail Gaspralı önderliğinde Cedidizm hareketi Çarlık içinde bir çok faaliyette bulunmuştur. Türk milliyetçiliği Çarlık içinde doğmuştur çünkü aynı zamanda tüm zalimliğine rağmen Çarlık bir Burjuvaziye sahiptir ve  açtığı okullarda verdiği eğitim aydınlanmacılık üzerine kurulmuştur. İçerisinde daha o dönemlerde yüzbinlerce kitabın olduğu Çarlık kütüphanelerine kolayca girebilen Tatar aydınları bir çok farklı fikirle ama en önemlisi Fransız İhtilalinin getirdiği fikirlerle tanışmışlardır. Zaman içinde Osmanlı'daki aydın zümre ile temaslar kurulmuş, milliyetçilik bu donanımlı, zamanına göre iyi niyetli olan, milletlerinin mağduriyetlerini gören mazlum insanlar tarafından topraklarımıza taşınmıştır. Çarlık içindeyken milli baskıya karşı  Türk-Tatar milliyetçiliği tarihi ilerleten unsurların içindeyken, diyalektik çelişkileri tetikliyorken Osmanlı Devleti içinde de ayrışmanın istemeden de olsa parçası olarak tarihi yine ilerletmiştir. Ancak bu ilerleyiş milliyetçiliğin Osmanlı içindeki konumunun geriliğini aklayamaz. Çünkü Çarlık istibdatı altındaki milliyetçilikle Osmanlı Devletini yeniden emperyalist bir unsur yapmak için dünya savaşına Alman Komrador Burjuvazisinin kanatları altında giren milliyetçilik aynı nitelikte değildir. Cedidizm hareketi içinde şekillenen aydınlar Bolşevik Devrimine giden süreci hızlandırmış ve hatta Bolşevik Partisine bile katılmışken Osmanlı Devleti içinde İttihatçılıkla bütünleşen aydın zümre için sosyalist düşünce bir karikatür olarak kalmış, işçi sınıfı, köylülük görmezden gelinmiş, bu bağlamda saltanat ve cumhuriyet döneminde efendilerin iradesi millet iradesi olarak görülecek biçimde geri bir milliyetçilik, burjuva devletin hizmetine tüm ileri bağlarından kendi yaratılış amacına uygun olarak kopartılarak sokuluvermiştir.

Dün, Cedidçilerden etkilenen Ziya Gökalp temsiliyetinde burjuva temellerine rağmen insancıl, ilerici, dünya üzerinde saygın bir yer edinebilmek için bilimsel incelemeye alınmış milliyetçilik bir kavram olarak İttihat ve Terakkiye rağmen kendi tarihsel aşaması gözöüne alındığında ileriyken, Atsız dönemi milliyetçilik Alman Emperyalizminden, Nazizmden ilham almaktadır. Dünyanın tüm milletlerini Türklere düşman olarak gören, soyunda yabancı bir unsur olanı dışlayan, işi saplantılı bir biçimde anti komünizme dayandıran, mevcut rejimle polemiğe giren, atılım yapmak için agresif bir hal alan, aydınları hedef gösteren bir milliyetçilik türüdür bu. Tamamen geri, bilimsellikten yoksun, kitlelerin duygularını edebiyatla harekete geçirerek anti komünist mevzilere çekmenin taktiğini güden bir milliyetçiliktir bu ki yine zamanın ruhu burjuvazi için bunu gerektirmiştir.  1945 sonrası milliyetçilik ise komprador bir ruhu tamamen içine almakta Nazizmden aldığı ilhamı çokça kez komünist olmakla suçladıkları Kemalist burjuvazinin NATO tercihi sonucunda CIA-Kontrgerilla'nın bir parçası olarak sürdürmektedir. Bu noktada milliyetçilik her zaman millet içindeki hakim sınıfın içte ve dıştaki zikzaklarına göre şekil almış bir düşüncedir, yarı sömürge olduğu iktisadi ve siyasi bir gerçek olan ülkemizde milliyetçiliğin çeşitlenmeleri mevcuttur. Ancak milliyetçilik burjuvazinin istediği siyasi hat olarak ancak bu yarı sömürgeliğe uyum sağladığı sürece var olabilir. 12 Mart Cuntası doğrudan Kemalizm'e ve sosyalizme temas eden küçük burjuva radikalizminin sermaye sahipleri tarafından tasfiyesi ile ilgilidir.

 Bugün milliyetçiler çeşitlidir.
Bu çeşitlenmelerin temelinde de sınıflar vardır. Kimi milliyetçiler kendilerini kapitalizme bilinçli şekilde adar, kendi fikri temellerini liberalizm ve batı emperyalizminin üzerine inşa edip Rusya-Çin-İran üzerine yapılacak haçlı seferinin gönüllü "seküler" ya da "ümmetçi" çerileri kesilirken başka türlü milliyetçiler de vardır. Mesela Doğan Avcıoğlu okumaları yapan, Milli Demokratik Devrim tartışmalarının sürdüğü dönemde küçük burjuvazinin yurtsever, bağımsızlıkçı tavrını benimseyen, proleter devrimcilere sempati duyan ama süreç içinde giderek daha da azaldıkları, devrimci özneye adapte olmadıkları için kendilerine ses çıkartacakları bir mecra bulamayan milliyetçiler de vardır. Bunlar özellikle devrimci hareketin doğuş sürecinde emperyalizme karşıt bir milliyetçilik örneği sergiledikleri için müttefik sayılmışlar ve birin iki olduğu o kritik noktada emperyalizme karşı yurtseverliğin savunucusu olmaları beklenmiştir. Devrim hemen olamadığı için adeta bu görüşe sahip olanlar 9 Mart'tan sonra neredeyse yok edilmiş, bugün onları temsil ettiğini söyleyenler dahi onların proleter devrimcilikle kopan bağlarını birleştirecek iradeyi kendilerinde bulamamışlardır. Devrimin yenilgisi bu türden ilerici bir milliyetçi reflekse sahip zümrenin de yenilgisi sayılmıştır. Hatalarına, kusurlarına rağmen komprador olmadıkları için bu kesimler o dönemde halka karşı suç işleyen ülkücülerle aynı değildir ve aralarındaki ayrımın temel sebebi yine dayandıkları, önem verdikleri sınıfların farklı oluşudur.

Ancak onların içinden gelenler bile NATO'cu klik gibi giderek daha fazla gericileşmiş, kendilerini Avrasyacılıkla proleter devrimciliğin karşısında konumlandırmayla varlık sahası elde edebilmiştir. Milli Demokratik Devrim'i parti programlarına koyanlar artık sosyalizmden vazgeçmiş, milli burjuvazinin peşinden gidiyoruz söylevleri ile vatanseverliği ulusalcı demagojiye indirgemiş, devlet hizipleri içinde yerini almıştır. Artık bu milliyetçilik türü de komprador bir kimliğe sahiptir ve halkla yani emekçi sınıflarla bağı yoktur. Bunun en somut örneği Doğu Perinçek ve Vatan Partisidir. Çünkü MDD tezlerini sosyalizme varma amacına uygun dahi olmadan ötesiz berisiz bir idealizm olarak savunan bir tek onlardır ve onlar bu konumlarına rağmen enternasyonalizmden tamamen çok uzaktadırlar. Başka milletleri kendi milletleri ile aynı haklara sahip göremedikleri ve egemen sınıfların başka ezilen milletlere yaptığı zulmü meşru ve haklı saydıkları için onlar artık açıkça Bolşevik Devrimi öncesinde Çarlığa bağlı "Kara Yüzler" olduklarını ifşa etmişlerdir. Sosyalizm iddiaları dahi kalmamıştır. Artık sermaye devletinin Rusya, Çin, İran bağlantılarından sorumlu cihaz konumundadırlar. Dün Kürtlere ve sosyalistlere karşı cihazlık yapan Doğu Perinçek'in görevleri büyümüştür.  Doğu Perinçek ancak Kürtlere ve Sosyalistlere karşı olduğu için nefes alabilmekteydi şimdi Doğulu Devletlere karşı cihazdır. Onun var olabilme koşulu, aldığı izinler buna bağlıdır.

Milliyetçiliğin bu biçimlerde farklı elementlerle kemikleşmesi yarı sömürge sermaye devletinin çıkarlarını, düşüncelerini, başkanlarını ya da faşist yapısını korumak üzerine gelişmiştir. Dün yani 9-12 Mart süresince fiili olarak anti emperyalist bir damar taşıyan sosyalizmle sentezlenmiş milliyetçilik türünün soyu yine sermaye devletinin ordusu, yargısı, istihbaratıyla çökertilmiş, milliyetçilik sermaye devletinin egemen sınıflarının çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmiş, eğitim ve her türden iç politika sermaye devletinin çıkarlarına uygun bir millet kurgusuna göre yeniden dizayn edilmiştir. 9 Mart öncesinde Halk Partisinin bilinçli ya da bilinçsiz şekilde devrimci barutunun da etkisiyle yarattığı ileri insan yaratma koşulu bütünüyle yok edilmiş, köy enstitüler
i üzerinden yetişen devrimciler yine sermaye devletinin müttefiki olarak  toprak ağalarının tepkisini çekmiştir. Elbette bu ensitüler Menderes ve İnönü zamanında yok edilmiştir. Ancak bu enstitülerin yarattığı devrimci kuşak ve onların başka biçimlerde halkı etkilemesi hakim sınıfların ürkmesinin en baş nedenlerinden biridir.

Mesela bir örnek verirsek Gün Sazak adlı ünlü halk düşmanı ülkücünün babası bir toprak ağasıdır. Bu toprak ağası
Emin Sazak ise Köy Enstitülerinin en büyük muhaliflerinden birisidir. Köy çocuklarını sanat, bilim, edebiyat, zanaat ile tanıştıran, onları proleter olmasa da  küçük burjuva bilinçle yetiştiren, şehir hayatına adapte edebilen, feodalizmi  ve hatta kapitalizmi sorgulatan bir eğitim kurumu son kertede bu türden toprak ağalarını ve onların şehirlerdeki müttefiki orta ve büyük burjuvaziyi rahatsız etmekteydi. Onlar dün olduğu gibi bugün de halkın yanlış bilinç ve tutumdan yana olmasını isterler.

Emin Sazak açıkça bu konuda
“ben bineceğim eşeğin, benden akıllı olmasını istemem” sözünü ederek kır proleterlerinin çocuklarının üzerine binilecek eşekler olduğunu ilan etmiş, kendi sınıfsal konumunu ortaya koymuştur. Evlatlar, babaları ile yargılanamasa da siyasal yaşamıyla, anti komünistliğiyle, mensup olduğu örgütle Gün Sazak bu tanımlamaya uygun bir kişi değildir. O açıkça Ülkücü Harekete katılıp işçileri, köylüleri aklı bulandırılmış yoksullardan mürekkep ülkücü çetelere kırdırırken kendi toprak ağası babasının ve ondan kendisine miras kalan mülkiyetin siyasetini güdüyordu.

Milliyetçiliğin dayandığı millet, bir kurguya dayanıyor demiştik. Bu kurgu işte proleteri de köylüyü de küçük burjuvayı da toprak ağası ve her türden parababasına gönüllü çeri kılar. Kendi sınıfına düşmanlaştırır onu kullanışlı bir aptala çevirir. Bugüne kadar bu topraklarda yaşanmış kırımların temelinde bu yatmaktadır. Çorum, Maraş, Sivas bu halk düşmanlığının, egemen burjuvazinin halkın devrimci gelişimine karşı çıkarlarının bir sonucudur."Devlet bizimdir." düşüncesi  devlete rağmen bir düşüncedir, çölde serap görmek gibidir. Çünkü devlet daha en baştan  küçük burjuvazinin, proleterin, köylülüğün mülkü değildir. Tam aksine onların iktidarına karşıt bir organizasyondur. Çok çeşitli silahlara, düşünce aygıtlarına, ideolojik hatlara sahip bu mekanizma halkı bölmek, bilinçsizleştirmek, bilinçlendiği noktada bastırmak için bir sınıfın başka sınıflara yaptığı baskının somut halidir.


Milliyetçiliğin egemen ulus içindeki ezilen sınıflardaki karşılığının, " halk için iyi şeyler yapmak", "çevreye yararlı bir insan olmak", ekip biçilen toprak olan vatana duyulan aşk gibi sınıfsal içgüdülerin istismarına dayandığını da söylemek gerekiyor. Çünkü milliyetçilik, bu bağlamda sınıfsal uzlaşıya da dayanıyor. Ülkeyi yabancı tekellerin iş alanına çeviren, onlara bağımlı, distürbütor konumundaki burjuvazinin makul vatandaşı olmak ancak dincilik ve milliyetçilikle mümkün görülüyor. Bu noktada aşk duyulan vatanın yarı sömürge olması normalleştiriliyor, sınıf içgüdüsü eğitilmediği için milliyetçi örgüt içinde köreltiliyor ve halka karşı örgütlenme hâli çarpık biçimde halk için iyi şeyler yapma fikrine bağlanıyor. Milliyetçinin bu noktada reisleri tarafından kör bırakıldığını söylemek mümkün. Reisler, makam mevki peşinde koşarken, sınıf atlama arzularını siyasetle sağlarken kırlardan gelen genç adamlar bunların emir erine çevriliyor ve eşitlik daha kendi örgütlerinde mümkün olmuyor. Bir tür feodal örgütlülük ve anlayış hakim olduğu için ataerkil temelde bile olsa iyi şeyler yapmak için buralarda örgütlendiğini düşünen genç adamlar daha en baştan ezilmeye örgüt hiyerarşisinden alıştırılıyorlar. Bu noktada milliyetçi örgütlerin bireyi kompleksli ve basık bir ruh haline soktuğunu söyleyebiliriz. Çünkü buralarda yoldaşlık değil feodal temelde gelişmiş hiyerarşik bir arkadaşlık anlayışı vardır. Bu da gerekirse kaba kuvvetle ezilmeyi meşrulaştırmaktadır. Reisler, tüm güzel kadınları, makamları aynen ortaçağda olduğu gibi "bilek güçleri" ile alırken alt kademe milliyetçi gençler onlara hizmet etme raconuna uymaktan başka bir şey yapamazlar. Hatta reis dedikleri kişilere stockholm sendromuna girip dalkavukluk, yağcılık yapmaya bile başladıkları sık görülen bir hadisedir.

Bu tip örgütlerin kendi iç dinamikleri gereği düşünmeye, ekonomi-politikaya, sınıflar gerçeğine ayıracakları vakitleri yoktur. Zaten bu tip hareketler, üyelerinin uyanmasını, entelektüelleşmesini değil, körelmesini, itaat etmesini, emir eri olmasını bekler. Burjuvazi için en kullanışlı oldukları durum sınıfsal ayrımı hiç fark etmeyecekleri kadar mistik-duygusal bir hale geldikleri haldir ki gerek dini tandansta olsun gerekse de budunculuk ruh haliyle olsun milliyetçi saldırganlık aynı zamanda beynin işleyişinin, mantiki temelden kopup körelmesinin, psikolojik olarak sevgiyi kendinden üstün kişilere hizmet etmediği sürece hakketmediğinin kabullendirilmesinin de bir yansıması oluyor.Birey, milliyetçi örgütte gerçek doğasına amansız bir yabancılaşmanın batağına sürükleniyor.


Özellikle Marksist sol için de farklı bir yol düşünmek gerekiyor. Kırlardan gelmiş, iyi şeyler yapmak isteyen gençliği nasıl devrimci, ilerici olarak donatabiliriz, o'na nasıl yaklaşmak gerekli bunları düşünmek gerekiyor. O'na yabancı olduğu post-modern değerlerle yaklaşmak onu ezen hiyerarşiden kurtarabilir mi? Yoksa emek, vatan, bağımsızlık gibi kavramlarla en temiz duygularının devrime yoldaşlık ruhuyla örgütlenmesiyle mi bu milyonlarca genç adam ve kadın hakikaten düşünen, ben de varım diyen, ülkesinin bağımsızlığı, halkların esaretten kurtuluşu, dünyanın değişmesi için rasyonel bir temelde özne olabilen devrimci bir tutuma kavuşur? Solun da bu noktada geldiği hâl gereği bu durumla, insanlarla yüzleşmesi kendi halk temelinin burjuvazi tarafından istismar edilmesine karşıt olması, en temel sorun olan bağımsızlık meselesinin kitlesel temelinin namuslu bir biçimde sınıf içgüdülerine sahip işlenmemiş insanlardan geleceğini unutmamalıdır. Milliyetçilerin hegemonyası açıktır ve bu tek bir yönteme dayanmamaktadır ama sol bu noktada ümitsizliğe mi kapılmalıdır yoksa tarihsel ve siyasal haklılığına inanarak gerçeği en yalın ve net biçimde ortaya mı koymalıdır?

Türkiye gibi yarı sömürge bir ülkede; sınıfların kesintisiz mücadelesinin net bir biçimde görülebildiği bir ülkede Batı Avrupa'dan, Kuzey Atlantikten ithal edilen düşüncelerden devrim çelişkisi yükselebilir mi? Bu düşüncelerin milliyetçiliğin, sağcılığın gelişim temelinden diyalektik olarak verdiği yanlış bilinç ve tutumlar dolayısıyla gelişimine hizmet etmediği düşünülebilir mi? Eğer böyle değilse bu topraklardan çıkan devrimcilerin kitaplarına gelen yasaklar neden oralardan gelen düşüncelere uygulanmıyor? Açık ki buradan çıkan ve halkına dayanan devrimci tehlikeli görülürken batıdan gelen yanlış düşünceler burjuvazinin hegemonyasını güçlendirmeye hizmet etmekten, kitlelerin bilincini bulandırmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor.

Milliyetçilerin önde gelenleri görüldüğü gibi bir sınıf bilincine sahiptir ve mallarına, paralarına zarar gelmesin diye anti komünisttirler, egemen burjuvazinin çıkarlarına aykırı hareket etmemektedirler. Ama önemlisi işçi, köylü kesimin zihniyeti üzerinde hegemonya kurmaktadırlar. Menşevik damardan ya da post-modern düşüncelerden beslenen, halkla bağını kopartmış, örgütlenme sorununu çözememiş, halk'a inanç taşımayan, entelektüel gevezelikten ve burjuvazinin bir bölümünden medet bekleyen sol için bu kayda değer bir gelişme olmasa da Bolşevik damardan beslenme iddiası güden her marksistin, devrimcinin bu sorun mücadele için önünde durmaktadır. Çünkü Bolşevizm bu noktada iktidarı almak için sınıfın disiplinli biçimde örgütlendirilmesine dayanır, mücadelesi işçi sınıfının iktidar mücadelesidir, eşitsiz gelişimin olduğu yarı sömürge ülkelerde proleterlerin yurtseverliği yadsınamaz, onların devrimci örgüt içinde emperyalizme karşı işlenmesi gerekir. Devrimci yurtseverlik, sınıf içgüdülerinin eğitilmesiyle, enternasyonel bir anlayışın yine devrimci partinin politikalarının yaratılmasıyla, sınıf bilincinin dinamizmi ile verilebilir.

Artık sosyalistler olarak dünün çocukları değiliz,  elimizde yaşanmış bir çok deneyimden çıkartılacak onlarca ders var. Nasıl bir marksist olmamız gerektiği de, nasıl yanlışlara düşmememiz gerektiği de önümüzdedir. Halkın içinde olmak, onun kaygısını paylaşmak, onunla birlik olmak için onu belli başlı gerilikleri yüzünden yargılamak yerine her önemli kaygısındaki, yönelimindeki sınıfsal çelişkiyi görmek bunu devrimin lehine çözümlemek, onu örgütlü mücadele ile işlemek, geri içinden ileriyi çıkartmak, halkın içinde burjuvaziye karşı önderleşmek devrimci hareketin en önemli görevidir demek yanlış olmayacaktır.

Emperyalizme ve Oligarşiye karşı kesintisiz devrim sürecinde yurtseverlik ve enternasyonalizmi kim dengeli biçimde halk kitlelerine benimsetir ve kendi mücadelesine halkı ortak ederse o iktidarı alacaktır. Milyonlarca emekçinin gerçek isteği, beklentisi tüm yalanlara, demagojilere, baskıya, zulme rağmen Tam Bağımsız, Demokratik, Sosyalist bir vatan içinde yaşamaktır. Şüphesiz ki hiçbir devrimci amaca devrimci önderlik olmadan, sınıflar mücadelesi yadsınarak ulaşılamaz. Önderlik sorunu apaçık biçimde görülmektedir. Halk, devrimciyi, kurtarıcısını tanımamaktadır. Herkes bir şeyler söylemektedir, bir şeyler iddia etmektedir ama Bolşevik tarzda kitlelere yol gösteren bir yapı henüz tam anlamıyla oturtulamamıştır. İçinde bulunduğumuz siyasal krizin devrim lehine çözüme kavuşmaması bu eksikliktendir.

Millet ve milliyetçilik kurgusunun içindeki halkı bu kurgudan devrimci teori ve pratikle çekip çıkaracak olan o öncünün yaratılma vakti gelip geçmektedir. Acil görev, milliyetçilerle onların seviyesinden uğraşmak değil; onların ulaşamayacağı seviyeden onların varlığını emekçi halk için anlamsız kılacak ileriliği yaratmaktır.Meftâlara bile saygısı olmayan yozluğun sahipleri ile gereksiz tartışmalar, onları kopyalayan tutumlar içinde olmak yersizdir. Halk, doğruyu yanlışı görebilir, yeterki sosyalistler hangi sınıfları hangi odaklara ve sınıflara karşı temsil ettiklerinin farkına varsınlar.

Önderlik sorununu çözmüş, en geri düşüncelerin sahipleri bile iktidara ortak olurken komünistlerin bu sorunu çözemeyip dağılması, hareketlerin 'kaptanlarını' legalizm batağında CHP-HDP ile birlikte siyaset yapabilme uğruna debelenirlerken yalnız bırakmaları, devrimci çalışma ve faaliyetler içinde bulunmak yerine başka meseleler üzerinde durmayı tercih etmeleri, işçi sınıfının doğru biçimde eğitilmesini ihmal edilmesi,  çarenin legal yoldan  küçük burjuvazinin ötesiz ve berisiz biçimde kalbinin fethinde bulunması, köylü ve yoksul kesimlerle bağın gözle görülür zayıflığı her türden krizin devrim lehine çözülmeyişinin en baş ve basit nedenleridir. Önderlik sorunu çözülmeden diğerlerinin çözülmesi mümkün görülmememektedir. 

Milliyetçiler tüm geri özelliklerine rağmen bir çok örgüte ve siyasal kanala sahipse bu onların burjuva-feodal örgütlülüklerinin bir yansımasıdır. Ancak taklit edilmesi gereken bu değildir, aşılması gereken budur. Son kertede milliyetçiliğin yarattığı halk tabanı bugün mafyalara, çetelere "baba" demektedir. Bu burjuva toplumlar için bile kabul edilemez bir durumken Türkiye gibi karşı devrimin en azılı savunucularından medet bekleyen, kontrgerillası ile yüzleşmeye gücü olmayan çürük temellere sahip burjuvazinin krizden çırpınışlarının bir göstergesidir. Şiddet beklentisi, tehditleri, gözdağları bununla ilgilidir. Korkulan gerçek, SSCB dağılmış olsa bile işçi sınıfıdır, onun genç öncüleridir, en ufak demokratik hak talebinde bile fişlenmenin, gözaltıların, mobbinglerin nedeni bu korku ve kaygıdır.

Bu noktada yanlış bilinç verilmek istenen, verilen, düzene bir biçimde bağlanmak istenen işçi sınıfı içinde sosyalist hareketin yerini sağlamlaştırma girişimleri içinde olması, her hareketinin temel amacını göre belirlemesi, önderleşmek ve yeniden etkin bir güç olabilmek için esastır. İşçi sınıfının bilinçlenme ve örgütlenme meselelerinde belli bir yol katedilmeden, gerçek bir anti-emperyalist cephenin kurulmasının mümkün olacağı ciddi olarak düşünülemez.Diğer tüm meseleleri ikincil bir sorun olarak görüp bu meseleyi "asli bir sorun" olarak görmezsek hiçbir biçimde birleşik devrimci bir cepheyi kuramaz ve halkın asla bizi anlamayacağı bir ideolojik atmosfere hapsoluruz. Milliyetçiliği, Dinciliği, Burjuva-Liberal Hegemonyayı bu topraklarda aşıp tarihi ilerletecek olan yegâne pratik işçi-emekçi yığınların Marksist-Leninist bilincin yerleştirilmesi, işçi örgütlenmelerinin partileşmesi, koordinasyonu ve mücadelenin önderlik altında tek bir merkezden yönetileceği koşulun oluşturulması uzun bir süreç olsa da tarihin ilerleyişi, yurdun kurtuluşu, işçilerin ve tüm ezilenlerin üstündeki zulmün kalkması buna bağlıdır.


Milliyetçi ideoloji kendi yapısı gereği işçi sınıfına düşman sınıfların kontrolündedir ve kendi iddiasına rağmen o'nun egemenliğinin üçüncü bir yol olduğunu tarih görememiştir. En radikal milliyetçiler bile kendi devletlerinin kapitalistlerinin işçi sınıfına karşı hizmetinde olmuşlardır. Hitler ve Mussolini buna en büyük iki milliyetçi-faşist ve reis olarak örnektir. İkisinin kendi halkını mahvettiği gerçeği bir yana ikisinin de geriye bıraktığı 'eser' muazzam bir biçimde sınıfsal bir inceleme konusudur. Dahası sınıfların tarih okumasında değerlendirilmeye tabi tutulamayacağına dair iki somut örnektir bu ikilinin 'eseri'.

Onlardan sonraki süreçte ise faşizmin kontrollü biçimde emperyalist devletlerin kullandığı bir toplumsal silah  olması ise günümüzün gerçeğidir. Rus Avrasyacıların, CIA'nın Doğu Avrupa'da, Ukrayna'da, Türkiye'de çeşitli biçim ve taraflarda milliyetçiliği kendi hiziplerine bölmüş olması milliyetçiliğin yarı sömürge ülkelerdeki bağımsızlık sorununu sınıfsallıktan ötede bir konumda da çözdüremeyeceğini gösterir. Zaten bağımsızlığın kendisi sınıfsal bir meseledir ama bunu görmek istemeyen tutum, etrafına baktığında yabancı servislere somutça uşaklıktan başka milliyetçilik adına ne görebilir? Yine aynı şekilde milliyetçiler, kapitalizmin ilerleyişiyle eski ilericiliklerini  de temelli biçimde kaybetmiş, düzene teslim olmuş önderlik anlayışlarına da sahiptirler. İyi niyetle bu yolda yürüyen ve bu yazıyı okuyan herkesin kendini gözden geçirmesi iyi niyet taşlarıyla döşenmiş ve sonu cehennem olan bu yolda yürümelerine engel olacaktır.

Dünyanın her yerinde emperyalizme en büyük darbeleri devrimciliği kuşanmış ulusal hareketler ve sınıfsal perspektife sahip öncü partiler önderliğinde halklar vurabilmiştir. Milliyetçiler, faşistler ise sınıfsal yani somut olarak hayatın akışı içinde hem kendi vatanlarına ihanetin parçası olmuşlar hem de komprador kimlikler altında örgütlenmekte sakınca görmeyerek işçi sınıfına karşı savaşımın başını çekmişlerdir. Bugün bağımsızlık, sosyalizm ve demokrasi ülkemizde birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Biri olmadan diğeri de olmayacaktır. Devrim en demokratik eylemse, sosyalizm ve bağımsızlık onun sonucudur. Ezilen dünya halklarına bir kez daha Türkiye'den yol göstermek, kendi vatanımızı özgürlüğüne kavuşturmak, kardeş halkların yardımıcısı ve yol göstericisi olmak, yeni bir dünya kurmak için halkımızın bugünkü sorunlarının üzerine gitmek ve ona sunulan zehrin niteliğini ortaya her fırsatta koymak, bunu koyarken alternatifi yaratıyor olmak biricik ve başlıca görevimizdir.



                                                                                                                                   -Emre Kabartaş
                                                                                                                                      17.04.2020


[1] Türkiye'de Milli Mesele - İbrahim Kaypakkaya

Yorumlar