Günümüzün toplumunu ve onun yaşamını anlamanın biricik yolu sınıflar mücadelesini anlamaktan, o mücadelenin gerçekliğini ve toplumun hayatını somut şekilde biçimlendiren koşulları görebilmemizi sağlayan diyalektik ve tarihsel materyalist öğretiyi bilmekten geçer. Çünkü bu öğreti tüm düşüncelerimizi şekillendiren, ezilen ya da ezenin konumunun altında yatan iktisadi ve bununla bağlantılı ideolojik nedenleri açığa çıkartır. Bu öğreti, bireyin yalnızca tüm dışsal koşullardan arınmış bir biçimde var olmadığını, bireyi var eden maddesel koşulların etkileşim süreçlerini bizlere öğretir.
İlk canlıdan bugüne kadarki milyonlarca yıllık evrim, esasen organizmaların maddeyle etkileşimlerinin, tepkimelerinin, tepkimelerle birlikte değişimlerinin, gelişim ya da yok oluşlarının evrimidir. İnsan, diğer tüm canlılarla birlikte milyonlarca yıllık evrimi boyunca maddeyi algılamış ve kendi biyolojik ihtiyaçlarını bu algılayışa göre şekillendirme ihtiyacı duymuştur. Milyonlarca yıllık evriminde kendisine özel bir zeka sıçraması yaşayan insan, alet kullanabildiği, yapabildiği andan günümüze diğer organizmalardan farklılığını ortaya koymaya başlamış, üretim biçimlerini ürettiği ürünlerle şekillendirmeyi başarmıştır. Ancak insani üretim biçimlerini üretirken başka şeyler de üretmiştir. Mesela ideoloji bunun en başlıca olanıdır. Somut düşünmeyi, somutu üretmeyi öğrenen insan soyutu da üretmeyi somuttu yeniden üretmek için akıl etmiştir.
Soyut düşünceler, üretimi yeniden üretmek içinse dinler bunun ilk sağlayıcıları olmuşlardır. Din, yönetmek içinse onun üretimi belli bir düşünsel altyapının, somut durumların, çözümsüzlüklerin ya da kişisel hırsların, bir tür yabancılaşmanın sonucunda üretildiğine hiç şüphe yoktur. Aynı zamanda din, ilkel bir felsefi çabanın, birikimin üzerine de inşa edilmiş olabilir ki dinler tarihi, o dinlerin toplumsal üretim biçimleriyle, toplumsal yapılarla değişim gösterişleri bunun kanıtı niteliğindedir.
Tüm dinlerin, somutu yönetmek için üretilmiş soyutun arkasında "idealizm" denen ve bilinen kökleri Eski Yunan Şehir Devletlerindeki köle sahiplerinin ürettiği felsefe biçimi yatmaktadır. İdealizm ise genel olarak maddeci bakış açısının tam zıttı bir konumda yer alan felsefi fikirler bütünüdür. İdealist felsefe dünyanın temellendirilmesinde en önemli görevin, bilincin ya da maddi olmayan zihne yönelik bir gerçeklik kuramı geliştirmek olduğu düşüncesi üstüne kurulmuştur. İşte bu yazıda değineceğimiz kimlikçilik de tamamen aynı felsefe biçiminin bir ürünü olarak göze çarpacaktır.
Dünden bugüne bu felsefe biçimi egemen sınıfların ellerinde gelişmiş, bir çok resmi ideolojinin felsefi temelini oluşturmuş, kileleri maddi gerçeklerden, maddenin hareketlerini görmekten alıkoymuş, gerçekliğe karşı başka bir gerçekliği eğitim, medya, dini kuruluş, dernek, askeriye, hapishane vb. devlet kuruluşları ya da özel alanlarda empoze etmeye çalışmış, çalışmaya devam etmektedir.
Denebilir ki felsefede Materyalizm ile İdealizm arasındaki mücadele somut olarak sınıfların mücadelesine de yansır. Marksizm ile Anti-Marksizm(Liberalizm, Faşizm, Revizyonizm, Kimlikçilik vb.) arasındaki mücadelede de görülür. Bu noktada sınıfların mücadelesinde de materyalizm ve idealizmden doğan gruplaşmalar birbirleri ile mücadele ederler. Bir yanda sınıf bilinçli işçiler yani maddeci bir bakış açısı ile dünyayı diyalektikle yorumlayanlar diğer yanda ise dünyayı egemen sınıfların verdiği idealizm bilinciyle yorumlayanlar durmadan mücadele ederler. Egemen sınıflar kendi hegemonyalarını idealist öğreti ile sağlamlaştırırlar. Bireyin özgürlük sanrısı, egemen sınıfın maddi üretimi için kendini feda etmeye anlam yüklemesi, bireyin egemen sınıfın düşüncelerinin "taşıyıcısı" olmadığını zannetmesi bunun sürekliliğinden bir çok ideolojik araçla bireyin adeta bir robot olarak kendi bedenine, zihnine; kendi doğasına yabancılaştırılmasındandır.
Tüm bu yabancılaştırma esasen bireyi yıpratan bir çok başka koşulu üretir. Mülkiyet ilişkilerinden doğan çıkarcılık, eşitsizlik belli başlı ulusları, cinsiyetleri ezmek, onları mülksüzleştirmek, soymak, bastırmak için bu idealizm üzerine gelişen siyaset ve anlayışlar üzerinden meşrulaştırılabilir. Örneğin kadınların bugün en çok mağdur oldukları meseleler bu mülksüzleştirme, kadını metalaştırma, feodal dönemden kalma düşüncelerle onun özgürlüğünü sınırlandırmaya neden olan geri anlayışlarla ilgilidir. "Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır" diyen erken feodal dönem inançları kadınları toprak mülkiyetinin işlenişindeki bir kuluçka makinesine, köle emek üreticisine, erkeğin malına çevirmekte oldukça başarılı bir baskıyı, toplumsal düzeni inşa etmiştir. Bu durum, insanlığın yarısını oluşturan kadınları köle yapan yabancılaşmanın bir parçası olmakla birlikte aynı anlayışlar modern döneme kadar gelmiş, kadına yönelik şiddetin sınıfsal bir yönünü temsil etmektedir de. Kadınların statü olarak aşağıya çekilmesi feodalizmin Orta Doğu ve Avrupa'da erken feodal dönemle başlamış olup oldukça paralel bir biçimde sanayi devrimine kadar ilerlemiştir. Sanayi devrimi, batıda kadınları özgürleştiren bir çok hadisenin zeminini oluşturmuş, yeni toplumsal sistem kadını bir işçi olarak erkekle birlikte fabrikaya koymak adına kendi sömürücülüğünü iktisadi bir zeminde acımasızca tatbik etmiştir. Elbette kadınlar ve erkekler birden bire bu dönemlerde fabrikalarda aynı düzeyde maaşları alamadılar, bu yine sosyalist mücadelenin, sendikal mücadelelerin, o dönemki ilerici kadın hareketinin çabalarının bir sonucu olarak çeşitli kazanımlarla tahsis edilmeye çalışıldı. Ancak yine de bugün bile dünya halklarını sömüren Avrupa ve Amerika'da kadınlar hakkettikleri maaşları alamaz durumdadırlar. Sanayinin gelişmediği Orta Doğuda kadının konumu ortaçağ şartlarında takılı kaldıysa bu Arapların, İranlıların ya da Afganların akılsız ya da Avrupalılara göre daha "vahşi" oluşlarından değil, egemen sınıfların kadın emeğine daha az ihtiyaç duymasındandır. Ve tarih gerçekten de bizim coğrafyamızda bu anlamda durmuştur. Cumhuriyet döneminde kadınlara verilen haklar da yine burjuvazinin toplumsal ihtiyaçlarından bağımsız değildir. Kısıtlı şekilde gelişen sanayi kadını toplumsal hayatın bir parçası yapabilmiştir. Ancak tüm bunlar yeterli olamamış, bugünkü sorunları çözdürememiştir.
Peki ama bir çok sanayisi gelişkin batı ülkesinden daha önce kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren bir ülkede bu kadar kadın cinayeti işleniyor? Neden kadına yönelik şiddet bu kadar yoğun? Aslında cevap soruda gizli. İnsanı, maddi üretim biçimleri şekillendiriyor. Onun zihni, zihniyeti, düşünceleri maddi üretimle biçimleniyor. Onu doğuştan ulvi yapan hiçbir genel özellik yok. Maddi altyapının gelişmediği Anadolu'da kadına bakış ortaçağ bakış açısındandır çünkü bunu değiştirebilecek bir üretim anlayışı gelişip serpilememiştir. İşçi sınıfına önderlik edebilecek güçler ülkemizi geri bırakmak isteyen emperyalizmin ve yerel işbirlikçisi olan tekellerin, sömürge memurlarının desteklediği, yarattığı askeri darbelerle çiğnenmiştir. Geriliğin, gelişimsizliğin, kasvetin, cinayetin sebeplerini bu tarihsel durumlarda aramak ve sınıfları görmek gerekir.
Görülüyor ki diğer tüm meseleler ile birlikte kadının konumu da maddenin hayatımızı saran etkilerinin sonucu olarak belirleniyor. Üretimin geliştiği, ağır sanayinin doğduğu bölgelerde kadınlar kısmi olarak özgürleşebiliyor. Ancak bu özgürleşme onları metalaştırmadan, başka türlü köleliklerden azade edemiyor.Bugün özgür denen batıda bir çok yoksul genç kadın porno sektörü tarafından sömürülüyor, mutlu bir aile hayatından, saygın bir yaşamdan ya da bireysel bir onurlu yaşamdan kopartılıyor, insanlıktan çıkartılıyor. Gençlik bunlara özendiriliyor ve birkaç adamın zenginleşmesi uğruna kadınlar tüm haklarına rağmen tüm dünyaya meze olarak pazarlanıyor, bir internet ürününe çevriliyor. Kapitalizmin legalleştirdiği pezevenklik kimi kadınları uyuşturucu bağımlısı yapacak bir psikolojiye sokuyor. Kimilerini dehşet verici ölümlere itiyor.[1]
Feminizm bir kimlikçilik modeli olarak dayandığı "maddeden, maddi yaşamdan soyutlanmış kadın" düşüncesiyle hareket eder. Bu bakımdan üstte anlattığımız her şeyi kimlik vurguları ile yorumlar, gelişim ve değişime karşı iki cinsin yeni bir insana maddi yaşamı yorumlayarak evrimini reddeder. Çünkü feminizm, sınıf mücadelesini redde tabi tutar, tutamadığı anda ise Bilimsel Sosyalizmin kampına geçmeye başlar. Feministler, kadınların sorunlarını toplumsal, sınıfsal koşullardan soyutlarlar. Savundukları tam da bu sebeple kadınların maddi yaşamla ahenk içindeki gerçek kurtuluşundan çok yüzeysel görünümü değiştirmeye çalışan reformist bir bakış açısını ifade eder. Kapitalizm koşullarında en zengin ülkelerde bile ezilen kadınları "özgürlük" ve "eşitlik" temelinde liberalizme saptırarak sömürüye razı bırakan feminizm kurtuluşa taşıyamaz. Çünkü kapitalizm içinde ezilenler için ne özgürlük ne de eşitlik vardır.
Feminizm haklı demokratik taleplerden doğmuş bir düşüncedir. Ancak feminizm, felsefede idealizme göre hareket ettiği için tarihsel yasalara karşı kördür. Tam da bu sebeple kadını sınıflarla birlikte ele alamayan, insanı çırılçıplak bir biçimde doğa ile ilişkilerini algılamaya yarayan düşüncelere karşılık kapitalizmin yabancılaştırıcılığına sapması felsefedeki konumundandır. Feminizm tüm radikal ve ileri söylemlerine karşılık egemen sınıflar karşısında edilgen konumda kalan bir küçük burjuva hareketi niteliği görür. Siyasal iktidara karşıt olması onun uluslararası tekellere, emperyalizme ve onun bütünsel yapısına karşıtlığını göstermez. Zaten böyle bir iddiası da bulunmaz.
Toplumu değiştirmek, ileriye taşımak, tüm cinsiyetlerin yaşamını güvenceye almak, tüm insanları köleliğin o veya bu şeklinden arındırmak Bilimsel Sosyalizm düşüncesi ile mümkündür. Yani Marx'ın açtığı Lenin'in ilerlediği yoldan...
Bilimsel Sosyalizmin devrimci önderlerinden Lenin feminizm hakkında şöyle diyor:
“En yalın şekilde dile getirilmesi gereken tez, şudur: Kadınların gerçek özgürlüğü, ancak komünizmle mümkündür. Kadının toplumsal ve insanî konumu ile üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasında mevcut olan kopmaz bağ, güçlü bir dille ifade edilmelidir. Feminizmle bizim politikamız arasında mevcut olan, silinmesi imkânsız, net ayrım çizgisi, işte budur.” [2]
Kabul edilse de edilmese de kadının en özgür olduğu ülke SSCB olarak tarih sahnesinde görülüyor. Çünkü orada fuhuş, metalaşma yok. En azından revizyonizmin hükmetmediği dönemde komünizm yolunda ilerleyen Sovyet İnsanı, kadını ile erkeğiyle yüksek amaçları önderliği ile birlikte taşıyor. Örnek alınması ve hala en ileri noktada olan, en özgür insanlar ilerici sınıfların ilk iktidarında görülebiliyor.
Emre Kabartaş
9.06.2021
[1] Cinsel içerikli film yıldızıydı, şimdi köprü altında farelerle yaşıyor - Son Dakika Dünya
[2]Clara Zetkin, “Lenin on the Women’s Question”, Marxists.org.
Yorumlar
Yorum Gönder